Bu yazıyı dün yazmam gerekiyordu. Sıcağına sıcağına okuduğum Dostoyevski eserinin üzerine hemen duygu ve düşüncelerimi anlatan bu yazıyı yazmalıydım. Hem böylece ilk okuduğum ve en çok etkilendiğim yazarların başında yer alan Dostoyevski ile ilgili bilgi ve anılarımı tazelemiş olurum. Eski bildiklerim tazeleyip sağlamlaştırırken, yeni bilgilerim için yepyeni bağlantıları kurmuş olurum böylece.
        Dostoyevski’nin bunaltıcı, ağır, depresif ve psikolojik dünyasına ilk adımımı atmam, üniversite yıllarımın ilk senesine rastlar. Yapacak bir şeyler arıyordum. Boş vaktim boldu. Ne yapacağımı bilemiyordum. Aklımda okumak hep vardı. Okumaya bile yeni başlamış terütaze ve acemi bir okuyucuydum. Böyle biri için Dostoyevski ile başlamayı tavsiye etmiyorum. Hazırlıksız dışarı çıkan ve ansızın fırtınaya tutulan birini düşünün. İşte, onun yerine de beni koyun.
        Dostoyevski’nin en bilinen ve en çok sevilen eserini okumuştum. Neden bu kitaba başladım diye soracak olursanız eğer, cevaplayayım! Kendimi beğenmiş olmamdan! Kendimi diğer okuyuculardan üstün görüyor olduğumdan.  Çünkü, ben sıradan biri değildim. Herkesin okuyamadığını okuyan, herkesin okuduğuna da mesafeli durarak onu küçümseyen ve okumayı düşünmeyen biri olarak görüyordum kendimi. Sanırım hâlâ bu kibrim devam ediyor. Belki biraz eskisine göre azalmış diyebilirim. Ama yok olmadı. Ölünceye kadar da benimle yaşayacak gibi. Bu kibrimi yok edecek kadar güçlü biri değilim, maalesef.
        Suç ve Ceza idi, okuduğum ilk eseri, Dostoyevski’nin. Oldukça ağır gelmişti bana, o zamanlarda. Belki hâlâ da ağırdır, kim bilir! Kitabı başından sonuna kadar, yorulmadan okumuştum. Kitap, iki ciltlik dikey boyuttaydı. Okuması kolay, harfleri iri sayılırdı. Bu harfleri şimdi aklıma getirince, o anki duygularımı yeniden yaşar gibiyim. Kitabı ne kadar sürede bitirdiğimi tam olarak hatırlamıyorum. Ancak, hatırladığım şey, geceleri, herkes derin uykudayken benim Suç ve Ceza kitabını okuyor olduğumdur.
        Küçük, sevimli bir çalışma odasındaydım. Kaldığım yurdun, en çok sevdiğim odasıydı burası. Odanın dar olması hoşuma gidiyordu. Kendimi iyi hissettiriyordu. Tabanı tahta döşeme kaplı, biraz sertçe bir kilim seriliydi odada. Kaldığım oda binanın yan tarafında konumlanmıştı. Sessiz, çok az insanın geçtiği bir sokağa bakıyordu. Geniş ve boş bir damı olan bir otopark bulunuyordu manzara olarak. Damın boş olması, yağmur yağdığında suların birikmesi ve sesini alabiliyordum, bu boşluktan. İki tane küçük ahşap penceresi, bir de kalorifer peteği vardı odanın.
        Neden, bu kadar iyi hatırlıyorum, bu ayrıntıları. Oysa öyle uzun zaman olmuş ki! Sanırım, bunu Dostoyevski’ye ve en sevilen eseri Suç ve Ceza’ya borçluyum. Her ne kadar ağır ve depresif bir eser olarak tanımış olsam da yine de bu eserin hakkını kabul etmekten başka bir çarem kalmıyor. Bana tekrar soracak olursanız, Dostoyevski’nin geçmişten bugüne benim üzerimdeki etkisi nedir? Derim ki, bu öyle kolay cevaplanabilecek bir soru değildir. Üzerine düşünülmesi gereken bir meselelerdir…
(Devam edecek…)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar