Küçük
bir çocuktum. Annem çağırırdı beni. Akşamdı. Yemek saatiydi. Gitmek istemezdim
bir türlü. Bırakıp da gidemezdim oyunu ve sokak arkadaşlarımı. Çok eğleniyorduk
her gün. Hep farklı oyunlar oynuyorduk. Kimin aklına, farklı bir oyun gelirse
oynardık. Farklı oyunları oynamayı seviyorduk nedense. Bazen bildiğimiz
oyunları değiştirerek oynardık. Sıkılana kadar oynardık. Farklı oyunlar icat
etmek benim başımın altından çıkardı. Nedense hep daha iyisi daha mükemmeli ve
daha zorlarını seçer olmuştum. Diğer arkadaşlarımı da bana uymaları için
zorlardım. Bu zorlamalar, öyle bir noktaya gelmişti ki, artık kendimle bir
çeşit rekabete ve meydan okumaya kadar vardırmıştım işi.
Şimdi
olanları düşününce pişman olmadığım bir ân bile yoktur. Ne yazık ki, çocuk aklı
işte, diyerek de kendimi savunamam. Yaptıklarımdan dolayı kimseyi de
suçlamıyorum. Belki de tüm bunlara sebep olan şey, çocukken oynadığımız
oyunların bize verdiği tarifsiz zevktir. Biz bu zevki kontrol edemediğimiz ve
anlayamadığımız için de pişmanlıkla sonlanan durumlar karşımıza çıkmaktadır.
Çocukluğumun
en iyi hatırladığım yanları, ne yazık ki en kötü hatırladığım anları da
olmuştur. Kendime meydan okumak, bu yolla çevremdeki diğer çocuklara bir şey kanıtlama
isteği beni hiç de olumlu yönde etkilemedi. Gün geçtikçe kendimden başka biri
oluyordum. Çevremde, yaptığım hataları engelleyebilecek irade ve baskınlıkta
birileri de yoktu. İrade ve baskınlık olarak da diğerlerinden öteydim. Kimine
göre, sahip olduğum bu özelliklerim, geleceğim için oldukça yararlı
görülebilirdi. Ancak benim durumumda, bunların bu yönde hiç etkisi olmadı. Sonu
pişmanlıklarla biten birtakım yanlışlara itilmekten başka elime geçen olmadı.
O
gün, yine formumda sayılırdım. Kafam farklı oyunlara gidiyordu. En sevdiğim
oyun, ucu sivriltilmiş, otuz beş kırk santim uzunluğunda, biraz ağır
sayılabilecek ve daha çok metalden olan oyuncağımı, belirli bir uzaklıktan belirli
bir hedefe saplamaktı. Bu oyundan müthiş zevk alıyordum. Her gün saatlerce
pratik yapıyordum. Oldukça da iyiydim. Bulabildiğim birçok farklı nesne
üzerinde deneme yapıyordum. Oyuncağımın ucunun saplanabileceği her şey benim
için potansiyel hedeflerdi. Böylece atıcılık yeteneğimi geliştirdim. Bu
gelişmeyi arkadaşlarıma da gösteriyordum. Çünkü kendimdeki gelişmeyi görmek ve
arkadaşlarımla paylaşmak, beni fazlasıyla iyi hissettiriyordu. Gösteriş
meraklısı bir çocuk olmuştum. Kendimin en iyi olduğunu ispatlamak için her şeyi
yapmaya hazırdım.
Yerimde
duramıyordum. Mutlaka kendimin daha iyi olduğunu ispatlamalıydım. Gerçekten iyi
olduğumu herkes öğrenmeliydi. Deli gibi fırsat kolluyordum. Bir gün bu fırsat
ayağıma geldi. Fırsatı görür görmez tanımıştım. Kanım deli gibi akıyordu.
Hedefimi görür görmez aklıma farklı bir oyun gelmişti. Neden hem canlı hem de
hareketli bir hedefi vurmuyordum! Bunu yaparak kendimin en iyi olduğunu
ispatlayacaktım. Bunun için de kaldırımın kenarında durmuş, karşıya geçmeye
çalışan yavru bir köpek benim için paha biçilemez bir hedefti. Yanımdakileri
uyardım. Gözlerim köpeğin bize en yakın olan arka ayağına odaklanmıştı. Hemen
oyuncağımı nişanladım. Vakit kaybetmeden fırlattım. Tam istediğim gibi olmuştu.
Oyuncağımın sivri ucu arka bacağına saplanmıştı. Yavru köpek, acı acı uludu. Can
havliyle kendini yola attı. İşte, o anda olanlar, ömür boyu kurtulamadığım
pişmanlıklarımın sebebi oldu. Yavru köpek, yolun ortasına ulaşmadan, süratli
gelen bir otomobilin altında ezilmişti...
Yorumlar
Yorum Gönder