“Mesleğim kunduracılık ya, bu dünyaya da çivi çaktım oğul,” diyordu. “Her gün niye bu dünyada bu kadar uzun kaldım diye lanetlerler yağdırıyorum.” Son gördüğümde, üzgün ve karamsar görmüştüm Musa Dayı’yı. Yaşı neredeyse seksene varmıştı. Uzun bir ömür sürmeyi nedense hiç istememişti. İnsan, yaşaması gerekenleri yaşadıktan sonra, bu dünyada bir fazlalıktı, ona göre. Üzüntüsünün en büyük sebebi de kırk yıl aynı yastığa baş koydukları sevgili eşinin yirmi yıl önce bu dünyadan göçmüş olmasıydı.
Eşinin ölümünden sonra, hemen her gün ölümün gelip alacağı günü beklemişti. Ne yazık ki, ölüm onu unutmuştu sanki. Yirmi yıldır bekleye bekleye iyice karamsarlığa kapılmıştı. Çocukları ve torunları, onu sayıp sevdiği, bir dediğini iki etmediği halde mutlu değildi. Yanına her uğrayışımda, artık bu dünyada bir fazlalık olduğundan bahsetmekten geri kalmıyordu.
Musa Dayı’yı çocukluk günlerimden beridir tanımaktaydım. Uzun yıllar sokağımızın köşesindeki, iki odalı biraz genişçe bir dükkânda kunduracılık yapmaktaydı. Mesleğinde ustaydı. Onunla bir kere alışveriş eden biri, onun diktiği kunduraları öve öve bitiremezdi. Musa Dayı, kundura yapmayı bir sanat haline getirmiş bir sanatçıydı gözümde.
Küçükken, okuldan döndükten sonraki çoğu boş zamanlarımı onun dükkanında geçirmekten büyük zevk alırdım. Benim yaşlarımda olan oğlu Emre ile arkadaşlık ederdim. Mahallede en iyi anlaştığım çocuktu, Emre. Emre en iyi arkadaşım olmasa bile, yine de Musa Dayı’nın dükkanına gitmekten vazgeçemezdim. Dükkânda geçirmiş olduğum zamanlarda, kendimi daha da büyümüş hissederdim. Musa Dayı, gençliğinde başından geçenleri, her gittiğimde anlatırdı bana. Zevkle ve hipnotize olmuş gibi dinlerdim anlattıklarını.
Musa Dayı, bizim sokakta doğmuş, çocukluğunu burada geçirmişti. Çocukluğunda dik başlı, özgür ruhlu ve yerinde duramayan biriymiş. Aynı yerde uzun süre kalmayı sevmeyen, bağımsız olmayı sevdiğinden de canı istediğinde alıp başını gidermiş kimseye sormadan. Gençliğinde deli dolu hareketlerinin durulmasını iki şeyle açıklamaktadır, Musa Dayı. Biri, bu dünyada en sevdiği ve en bağlandığı insan olan eşini bulması; diğeri de kunduracılık mesleğine olan büyük tutkusu.  Bu ikisine çok şey borçlu olduğunu her fırsatta dile getirirdi.
Kunduracılığa, çırak olarak girdiğinde on iki on üç yaşlarında varmış. Bir gün yine evden kaçıp akrabalarının olduğu başka bir memlekete gitmiş. Orada bir hafta kadar kaldıktan sonra evini özler olmuş. Daha önce hiç böyle özlememiş, sokağını, evini, arkadaşlarını, annesini, babasını ve kardeşlerini. Bir iki gün daha kaldıktan sonra bu özlemi dayanılmaz olunca eve dönmüş. Ailesi buna sevinmiş. Musa Dayı’ya artık bir mesleği olması gerektiğini söylemişler. O da kabul etmiş. Ve böylece kunduracılık mesleğine adım atmış.
Mesleğine attığı ilk adımdan itibaren işini en iyi şekilde yapmaya gayret etmiş. Sonuç olarak, bunun karşılığını da görmüş. Onu tanıyan herkes, sanatına ve mesleğine olan tutkusunu hep övmüşler. O da bunun karşılığında en güzel kunduralarını ortaya çıkarmış.
Yaşı on sekizine geldiğinde, mesleğinde bir usta olarak görülüyormuş artık. Kısa sürede, sokağımızın köşesinde kendi dükkanını açmış. Giderek herkes tarafından tanınan ve o kadar da sevilen bir olmuş. İşte, bu sıralarda hayatının en değerli insanıyla karşılaşmış. Daha önce de birkaç kez görmüş ama, o bunları görmeden saymıyor. Asıl görmeyi, gönül gözüyle gördüğü o gün olarak sayıyormuş.
Yine, günlerden bir gün, elindeki siparişleri yetiştirmeye çalışırken, onun deyimiyle, içeriye ay parçası kadar güzel genç bir kız girmiş. Elinde tamirat için getirdiği kunduralar varmış.  Genç kızın ağzından çıkan üç beş kelime Musa Dayı’nın ona yürekten bağlı olmasına yetmiş. Bir daha da onu unutamamış. Genç kız da Musa Dayı’nın tutku dolu bakışlarından etkilenmiş.
Bu kısacık anlarda ikisinin yüreğine de ateş düşmüş. Genç kız kunduraları bıraktıktan sonra istemeye istemeye dükkândan ayrılmış. Musa Dayı da ardından bakakalmış. O günden sonra hep onu düşünmüş. Dışarıda iken gözleri hep onu aramış, durmuş. Nasıl etmeli de kıza bir yol sormalı diye düşünmüş. Kararını vermiş. Genç kızla dünyalarını birleştirmek istiyormuş. Ancak kızın da ne istediğini bilmesi gerekiyormuş.
Bir fırsatın çıkması ancak haftalar almış. Genç kızın getirdiği kunduraları da başka biri almış. Utandığından soramamış da kimlerden olduğunu. Böyle haber alamayınca ve kendisi de sormaya utanınca içine çekilmiş. Ne konuşmayı ister olmuş ne de yemek yemeyi. İyice dalgınlaşmış. Bir tek kunduracı dükkânında kendini daha iyi hisseder olmuş. Hem kundura yapmayı sevdiğinden ama daha çok sevdiğini ilk kez bu dükkânda gördüğünden. Bu dükkân onun hatıralarıyla doluymuş. Ağzından çıkan üç beş kelimeyi hayalinde genişleterek her gece onunla konuşur olmuş.
Ailesi ve onu yakından tanıyanlar, Musa Dayı’da bir haller olduğunu anlamışlar. Birkaç sorup öğrenmeye çalışsalar da bir sonuç alamamışlar. Anne ve babası, oğullarının bu durumunu yalnızlığına bağlamışlar. Evlilik yaşına gelen oğullarını evlendirerek, onun hiç olmazsa yalnızlığından kurtulmasını sağlarız diye düşünmüşler.
Musa Dayı’ya bunu uygun bir zamanda anlattıklarında, önce dinlemek istememiş. Buna direnmiş en başta. Sonunda kabul etmiş, ailesinin teklifini. Sevdiği genç kızın belki de bir hayal olduğunu, ona sevdanın güzelliğini kalbine düşürmek için bir melek olduğunu düşünmüş.
Ailesi Musa Dayı’nın bu kararına çok sevinmişler. Hemen ona uygun olacağını düşündükleri birini aramaya başlamışlar. On güne kalmadan aradıklarını bulmuşlar. Musa Dayı’ya da güzel haberi vermişler. Musa Dayı kabul etmiş ama sevinememiş. Çünkü hala aklında dükkanına gelen o genç kız varmış. Onu unutamamış. Unutmak da istemiyormuş aslında.
Hem erkek hem de kız tarafı aralarında anlaşmışlar. Kıza görücü gidecekleri tarihi kararlaştırmışlar. Musa Dayı’nın gitmesi gerekiyormuş. Musa Dayı her ne kadar gitmek istemese de mecburi kabul etmiş bunu. İki taraf da bütün hazırlıkları yaptıktan sonra, kız tarafına gidilmiş. Zaten kız tarafı, Musa Dayı’nın hem kişiliğini hem de sanatkarlığını bildiklerinden bu evlilik meselesine razı olmuşlar.
Kız evine gelinmiş. Kız tarafı gayet samimi bir şekilde karşılamışlar. Musa Dayı’nın üzgün halini de mahcupluğuna yormuşlar. Sohbet oldukça samimi ilerliyormuş. Musa Dayı neredeyse sohbete hiç katılmamış. Düşünceleri hep dükkânda gördüğü o genç kızdaymış. Sıra kahvelere gelmiş. Adet üzere gelin adayı kahveleri getirmiş. Musa Dayı bunun farkında değilmiş. Genç kız kahveleri Musa Dayı’ya vermek için karşısına geçmiş. Musa Dayı ancak o zaman fark etmiş. Başını kaldırınca gördüğü karşısında neredeyse ağzı açık kalmış şaşkınlıktan. Karşısındaki genç kız onun şaşkınlığını görüp hafif gülümseyince kendine gelmiş. Karşısında kahveleri veren, dükkânda gördüğü ve sevdalandığı genç kızın ta kendisiymiş.
Genç kızın gülümsemesiyle, bütün dertlerini bir anda unutuvermiş Musa Dayı. Sevdiğine kavuştuğunu anlamış. Bundan sonrasında da onu sevmekten asla vazgeçmemiş. Kırk yıl boyunca birlikte geçirdikleri her gün öyle güzel geçmiş ki şimdi bu günleri arar olmuş. Bu günlerin gelmeyeceğini bildiği için de artık ölmenin zamanının çoktan geldiğini düşünüyormuş. Belki ölünce sevdiğinin yanına gidebilirmiş.
          Son konuşmamızdan sonra, Musa Dayı’yı bir daha görme fırsatım olmadı. Kendi sorunlarıma öyle dalmıştım ki onu bir daha görmek istediğim halde bunu yerine getiremedim. Son görüşmemizden bir sene sonra, bir sabah vakti, Musa Dayı öbür dünyaya göç etmiş. Yüzünde, sevdiğine kavuşan birinin gülümsemesi duruyormuş hâlâ.....



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar