Bugün, bütün günümü evde geçirmek istiyordum. Sabah uyanır uyanmaz, aklımdaki tek şey, evimin bahçesinde akşama kadar zaman geçirmekti. Tembellik hakkımı kullanacaktım bugün, doyasıya. Bahçemdeki ağaçların gölgesine kurduğum hamaktan, evimin karşısındaki dağları seyredecektim. Yan yana sıralanmış, heybetli görüntüleri ile beni hep hayran bırakan dağları.
Bu evi, iki ay önce satın almıştım. Ankara ve İstanbul’da geçirdiğim uzun yıllardan sonra, büyük şehirlerin kalabalığı beni artık hiç tatmin etmiyordu. Yoğun ve yıpratıcı geçen iş hayatı beni yormuştu. Toplantılar ve ofiste geçen uzun saatlerden, kendime zaman ayıramıyordum. Hep sessiz ve sakin bir günün özlemini çekiyordum. Ama bir yandan da çalışmak zorunda olduğumun farkındaydım. Sonraki günler için, birikim yapmaya ihtiyacım olduğunu düşünüyordum.
Sonunda, işten güçten el çektim. Kendime zaman ayırmam gerektiğine biraz geç olsa da karar vermiştim. İlk işim, kalabalık ve nefes almamı zorlaştıran şehir hayatından uzaklaşmaktı. Hemen en yakın arkadaşımdan bana uygun bir ev bulmasını istedim. Şehirden uzak, doğaya oldukça yakın olması gerektiğini de özellikle belirttim.
Bir hafta kadar sonra, haber geldi. Arkadaşım, bu evi bulmuştu. Evi ve kasabayı görür görmez kararımı vermiştim. Özellikle iki şey, evi satın almamda etkili olmuştu. Birincisi, evimin karşısında rahatlıkla görebildiğim heybetli dağ sıralarının olmasıydı. İkincisi ise, bahçesinde çeşit çeşit ağaçların olmasıydı. Ağaçlar en az on beş yıllıktı. Geniş gölgeleri vardı ve evin ön kısmındaydı. Gerçi bahçe ve ev biraz bakımsızdı. Ama öyle üstesinden gelinemeyecek bir şey değildi.
İki ay içerisinde düzenimi kurmuştum. Görseniz, yıllardır burada yaşıyormuş sanırdınız. Sabahları erken kalkar, kahvaltımı ederdim. İnternetimden güncel haberleri gözden geçirdikten sonra, kitaplığımdan seçtiğim kitapla bahçeye geçerdim. Tam bana göre olduğunu düşündüğüm hamağıma kurulur, öğlene kadar ara ara dinlenerek kitabımı okurdum. Öğleyin bir saat kadar uykuya yatardım. Uykumu aldıktan sonra tekrar hamağıma geçerdim. Akşama kadar da orada kalırdım. Bu kez kitap okumak yerine dağları seyrederdim. Akşam yemeğini yiyip, çayımı soğutmadan içmek bir saatimi alıyordu. Sonrasında yazı masama geçip uykum gelene kadar yazıyordum. Günlük rutinim hemen hemen böyleydi.
Sabah erken kalktım. Kahvaltımı yaptım. İnternetten güncel haberleri gözden geçirirken, uzun zamandır görüşmediğim eski okul arkadaşımdan e-mail gelmişti. Açmak istemedim. Ama çoktandır görüşmediğimiz için belki önemli bir haberdir diye düşündüm. Haliyle açtım. Arkadaşımın benden bir ricası vardı. Evime, arabayla bir saatlik mesafede büyükannesi ve büyükbabası oturmaktaymış. Uzun zamandır onları ziyaret etmek istediğinden ama bir türlü işten güçten fırsat bulamadığından hep erteliyormuş. Onun yerine benim gitmemi rica ediyordu. İstanbul’da yaşıyordu. Uluslararası bir şirkette yöneticiydi. İş hayatının nasıl olduğunu bildiğimden ona hak veriyordum. İstemeyerek ricasını kabul ettim. Çok sevindi. Adresi aldım ve bir saat içinde yola çıktım.
Arkadaşımın anlattığı gibi; tek katlı, taraçası ön tarafta bulunan eski bir evdi. Bakımsızdı. Ama bahçesi eve göre daha iyi gözüktü gözüme. Bahçe kapısından eve doğru taş döşeli yoldan girdim. Yolun kenarları tel çitlerle çevrilmişti. Bahçenin büyük bir kısmını tavuk ve horozlara ayırmışlardı. Kümes olduğunu tahmin ettiğim yerde, gelişigüzel eşyalar yığılmıştı. Kimi eşyalar orada unutulmuş gibi duruyordu.
Eve girdim. İçerde, yetmişli yaşlarda, az kilolu, ince beyaz sakallı biri koltukta uyukluyordu. Başının ön kısımlarındaki saçlarının neredeyse hepsi dökülmüştü. Kemerli burnu, kalın kaşları ve çukura kaçmış gözleri vardı. Küçük, sarışın ve sevimli bir kız çocuğu koltuğun önünde oturmuş televizyon izliyordu. Küçük kız, karşısında beni görünce çığlık attı. Arkadaşımın büyükbabasını uyandırdı. Göz göze geldik. Ben torununuz Faruk’un arkadaşıyım dedim. Gözleri sevinçle parladı. Hemen yanıma gelerek beni kucakladı. Kendini tanıttı. Adı Atıf’mış. Faruk’u sordu. İyi olduğunu söyledim. İçerdeki odalardan birine Kader Hanım diye seslendi. Kader Hanım eşi olmalıydı. Sesi duyar duymaz odadan yetmişli yaşlarda, tombul yüzlü, sevecen bakışlı, küçük çeneli güzel bir kadın çıktı. Atıf Bey, Kader Hanım’a beni tanıttı.
Oturduk. Faruk hakkında durmaksızın sorular sordular. Her soruyu elimden geldiğince cevaplamaya çalıştım. Bilemediğim soruları da uygun bir şekilde geçiştirdim. İki yaşlı insanın sevinçlerini gözlerinden okuyabiliyordum. Sanki torunu gelmişçesine sevinmişlerdi. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı sevinçten. Atıf Bey aç olup olmadığımı sordu. Açım dedim. Kahvaltıdan beridir ağzıma bir lokma girmemişti. Kader Hanım küçük kızı da yanına alarak hemen mutfağa koştu. Hemen küçük bir sofra açtılar. Sofraya gelenlerden Kader Hanımın yemek yapmada marifetli olduğunu anladım. Sessizce yemeğimi yedim. Onlar aç olmadıklarını söyleyerek bana katılmadılar.
Yemekten sonra uzun bir süre daha kaldım. Durmadan bir şeyler anlattılar. Ziyaret edenleri az olduğu belliydi. Burada küçük kızla birlikte yaşıyor olmalıydılar. Zaman geç olmuştu. Artık gitmem gerekiyordu. Daha fazla kalamazdım. İzin isteyip vedalaştım. Ama Atıf Bey beni yolcu etmek istediğini söyledi. O sırada kendini genç hissediyor olmalıydı.  Kader Hanım’dan ceketini getirmesini istedi. Kader Hanım gönülsüz ceketini getirip eliyle giydirdi, kapıya kadar da bizimle geldi. Atıf Bey’le dışarı çıktık. Sokakta yürümeye başladık. Canlanmış gibiydi. Konuşmaya devam ediyordu. Arkamı döndüğümde Kader Hanım kapıda durmuş bize bakıyordu. Küçük kız da Atıf Bey’e belli etmeden arkamızdan geliyordu. Dönüşte Atıf Bey’e göz kulak olmak için peşimizden geliyor olmalıydı.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar